İstanbul’da Galataport kıyısında dalgaların ritmini dinlerken, aklımın bir köşesinde çoktan başka ritimler çalmaya başlamıştı: Kapadokya’daki taşın ağır ve sabırlı sesi, Karadeniz’in sisinin usul usul konuşması, Torosların çamlarının çıkardığı hafif hışırtı. Bir yol, şehirdeki bir banktan başlar; ama nerede biter, kimse bilmez. Bazen yalnızca adımlarınızı değil, duyularınızı da yolculuğa çıkarırsınız.
Kapadokya: Taşın Hafızası
Gün doğumu, Kapadokya vadilerine yumuşak bir sessizlik bırakır. Gökyüzünde balonlar birer renkli nokta; aşağıda taş, binlerce yıllık sabrıyla bekliyor. Vadilerin içine girdiğinizde, rüzgârın oyuğu nasıl sabırla çizdiğini görürsünüz. Burada yürümek, bir kitabın sayfalarını çevirmeye benzer: her dönüşte yeni bir cümle, her tırmanışta yeni bir nefes. Ayağınızın altındaki toz, geçmişten bugüne taşınan bir mektuptur sanki.
Öğle sıcağı bastırdığında gölgeli bir kayalığın yanında mola verin. Yanınızda getirdiğiniz suyu ağır ağır yudumlayın; susuzluğun giderilmesi bile burada ritüel gibidir. Bölgedeki küçük pansiyonlar, taş odalara sakladıkları serini sizinle paylaşır. Akşamüzeri bir terasta, taze kekik kokusuyla karışan peribacaları silueti, konuşmadan da anlatır; doğayla kurulan bağın kelimeye ihtiyacı olmadığını.

Toroslar: Patikaların Sesi
Güneye doğru indiğinizde Torosların patikaları, adımlarınıza ritim kazandırır. Çam ormanları, hafif bir rüzgârla mırıldanır; iğneler bir şarkının notaları gibi yere düşer. Yokuşu çıkarken kalp atışınız yükselir, manzara açıldıkça nefesiniz genişler. Bir sırt çizgisine ulaştığınızda, aşağıdaki koyları görürsünüz: deniz, dağların arasına saklanmış bir ayna gibi parıldar.
Burada yürürken zaman farklı akar. Saatler değil, gölgeler uzayıp kısalır. Patikaya düşen ışık, bir saatin yerini tutar. Küçük köylerde mola verdiğinizde ev yapımı reçeller, sıkma zeytinler, tandır ekmeği sofranızı kurar. Bir bardak ayran, yorgunluğun üstüne çekilen ince bir serinliktir. Ev sahibinin anlattığı hikâyeler —kışın karın yüksekliği, yazın rüzgârın yönü, yağmurun ilk kokusu— doğa takvimini anlamanız için yeter.
Karadeniz Yaylaları: Sisle Gelen Söz
Yazın bir sabahı, yaylaya vardığınızda sis çoktan çimenlere oturmuştur. Gözünüzle göremediğinizi kulaklarınız duyar: su akıyor, inekler uzakta çan çalıyor, kuşlar sisin içinden anlatı taşıyor. Bölge insanıyla selamlaşın; bir çay ikramı, uzaklarla yakınların aynı masaya oturması demektir. Sis dağıldığında dağın yüzü görünür; güneş, çimenlerdeki su damlalarını tek tek aydınlatır.

Yayla yollarında yürürken, toprağın sertliği ve suyun serinliği birlikte çalışır bedeninizde. Minik derelerden atlayıp çiçeklerin arasından geçerken, doğanın misafirhanesinde ağırlandığınızı hatırlarsınız. Yerel mutfakta mısır ekmeği, muhlama, kara lahana… Her lokma, iklimin ve emeğin bir özeti. Akşamları evlerin içinden sızan ışık, sisle birlikte dans eder; gece, yıldızların sessizliğiyle kapanır.
Galataport’a Dönüş: Kıyıdaki Bank
Bir yolculuk nasıl biter? Belki başladığınız yerde. İstanbul’a dönüp Galataport kıyısındaki bir banka yeniden oturduğunuzda, duyduğunuz sesler değişmiştir: dalga aynı dalga, ama kulağınızda artık taşın ağır sözleri, çamın hafif fısıltısı, sisin ince türküsü vardır. Şehirle doğa arasında bir köprü kurduğunuzu hissedersiniz; adımlarınız iki tarafa da uzanır.
Pratik Notlar: Doğanın Ritmine Uyum
- Erken saatleri sevin; ışık ve sessizlik yoldaşınız olsun.
- Su, şapka, rüzgârlık ve basit ilk yardım kiti hayat kurtarır.
- Yerel rehberlerle çalışmak, hem güvenlik hem de kültürel derinlik sağlar.
- Atık bırakmamak, flora ve faunaya dokunmamak; en temel nazik davranış.
Doğayı gezmek, doğadan almak değil; onunla konuşmayı öğrenmektir. Kapadokya’nın taşına sorular sorar, Torosların patikasında cevap arar, Karadeniz’in sisiyle susmayı öğrenirsiniz. Şehre döndüğünüzde, kıyıdaki bankta otururken artık başka bir insan olmuşsunuzdur; dalganın sesi, içerdeki sessizliğinizi okşar. Belki de yolculuğun sırrı budur: Gittiğiniz yerler, iç dünyanızda yeni odalar açar. Ve siz, her defasında bir anahtar daha taşır, bir kapıyı daha aralarsınız.