İstanbul’da Bir Gün: Galataport’tan Başlayan Anlatı

Yürüyüşler, lezzetler ve anlar

İstanbul’da sabah ışığı ve kent silueti

Saat yediye yaklaşırken İstanbul’un sabah serinliği caddelere yayılıyor. Henüz kalabalıklar uyanmadan bir vapur sesi uzaklardan kenti yokluyor. Güne Tarihi Yarımada’da başlıyorum: Meydan henüz sakin, taşların arasında sessiz bir hikâye dolaşıyor. Ayasofya’nın gölgesinde kahvemi yudumlarken, günün ilk turistleri şehre ağır adımlarla giriyor. Bir şehrin sabahına tanıklık etmek, o şehri sahiplenmenin ilk adımıdır.

Öğleye doğru Karaköy’e yürüyorum. Yürümek, İstanbul’u anlamanın en iyi yolu. Köprüden geçerken martıların rüzgârla kurduğu oyunu izliyorum; onlar için şehir, bizimkinden farklı bir haritaya sahip. Adımlarım beni Galataport’a getiriyor. Kıyı, günün bu saatinde canlı ama telaşsız. Kimi denize bakıyor, kimi fotoğraf çekiyor; kimi “sadece yürüyor”. Ben de sahile yaklaşan banklardan birini seçip sırtımı kente, yüzümü suya dönüyorum. Karşı kıyıdan gelen ışık dalgalarla kırılıp taşlara vuruyor.

Karaköy kıyısında yürüyen insanlar

Öğle yemeği için Karaköy’ün ara sokaklarına dalıyorum. Dar bir sokakta, kapısı açık küçük bir lokanta karşıma çıkıyor. Günün menüsü yazılı: zeytinyağlılar, çorba, taze balık. İçeri girince tezgâhın arkasındaki usta, “Nereden geliyorsun?” diye soruyor. “Şehrin içinden,” diyorum, “ama başka bir İstanbul’dan.” Gülümsüyor. Tabaklar masaya geliyor: Damakta kalacak kadar sade, fotoğrafı hak edecek kadar zarif.

Yemekten sonra Galataport’taki sergilerden birine uğruyorum. Duvardaki ilk işin önünde bir süre durup bakıyorum. Çoğu zaman şehirde yaşarken “bakmak” ile “görmek” arasında farkı unutuyoruz. Sergi, bu farkı hatırlatıyor; bir şehri görmenin yolu, onun hikâyelerini okumaktan geçiyor. Çıkışta bir kahve alıp kıyıya dönüyorum. Rüzgâr biraz artmış, dalgaların sesi yükselmiş. Bir gemi silueti ufukta beliriyor; kıyıda bekleyenlerle gemiden inenlerin yolları, sahilde eşzamanlı uzuyor.

Öğleden Sonra: Sokaklar ve Buluntular

Karaköy’ün sokaklarında yürürken, vitrinlerde yerel tasarımcıların ürünleri, antikacılarda başka hayatların eşyaları, kitapçılarda daha yazılacak cümlelerin sayfaları var. Bir dükkânda eski bir pusula buluyorum; sanki şehrin gizli yönlerini gösterecekmiş gibi geliyor. İçimde “yol” duygusu uyanıyor. İstanbul, insana yalnızca varılacak yerleri değil, gidilecek yönleri de hatırlatır.

Boğaz’da akşamüstü ışıkları ve yürüyüş yolu

Akşamüstüne doğru kıyıya tekrar iniyorum. Gün boyunca değişen ışık, mekânı da değiştiriyor. Sabahki sakinlik yerini hafif bir uğultuya bırakmış; ama güzel bir uğultu bu. İnsan sesi, dalga sesi ve uzaktan gelen bir keman, yan yana akıyor. Kıyıdaki yürüyüş yolunda aileler, arkadaş grupları, tek başına düşünenler… Herkesin adımı farklı ama yönü ortak: suya paralel.

Akşam: Işıkların İçinde

Gün batımı yaklaşırken kısa bir vapur turu yapmaya karar veriyorum. İskeleye yürürken, şehrin ışıkları yavaşça yanıyor. Vapurda açık güverteye çıkıyorum; rüzgâr serin, ama iyi geliyor. Kıyıya dönüp baktığımda Galataport’un çizgileri daha belirgin hale geliyor; mimari bir kompozisyon gibi, suyla diyalog kurmuş. Karşı kıyıda Kadıköy’ün ışıkları, kendi hikâyesini anlatıyor.

İner inmez, sahildeki banklardan birine tekrar oturuyorum. Bu kez suya değil, kente bakıyorum. İnsanlar, binalar, rıhtımlar ve sokak lambaları; hepsi bir ritim içinde. İstanbul’un özü belki de bu ritimde saklı: Yavaşlayan ile hızlanan, duraklayan ile akan, konuşan ile susan aynı anda var olabiliyor. Şehri sevdiren, tam da bu eşzamanlılık.

Pratik Bir Not Defteri

Gece şehre yavaşça inerken, günün adımlarını geri sarıyorum. Her adım bir cümleye, her cümle bir hatıraya dönüşüyor. Galataport, bu hikâyenin merkezlerinden biri; ama hikâye, şehirde attığınız adımlar kadar genişleyip daralıyor. İstanbul’u bir günde “bitirmek” mümkün değil; ama bir günle İstanbul’un size anlattıklarını uzun süre unutmak da pek mümkün değil.

Etiketler: İstanbul, Galataport, Yürüyüş, Lezzet, Anlatı
Ana Sayfa Blog
← Önceki Yazı Sonraki Yazı →